Meral İpek I Eğitim Danışmanı
1 dakika okundu
18 Aug
18Aug

O an geldi. Aylardır süren hazırlık, emek, uykusuz geceler. Hepsi önünüzdeki kitapçığın ve o birkaç saatin içinde bir anlam bulacak. Zihninizin en berrak, bedeninizin en sakin olması gereken o anda, tuhaf bir şey olur. Vücudunuz size karşı çalışmaya başlar.

Zihniniz bir anda bulanıklaşır. En iyi bildiğiniz formül ulaşılamaz bir yerde gizlenir. Ellerinize bakarsınız, hafifçe titremektedirler. Kalbiniz, göğüs kafesinizi döver gibi atar ve nefesiniz yüzeyde bir yerde sıkışıp kalır. O an, en güvendiğiniz müttefikinizin, kendi bedeninizin size ihanet ettiğini hissedersiniz. Başarıya giden yolda sizi ileri taşıması gerekirken, sanki paçalarınızdan tutup geriye çekmektedir.

Peki, neden? Vücudumuz, en çok ihtiyacımız olduğu anda neden bize karşı böyle bir oyun oynar?

Aslında oynamaz. Tam tersine, size yardım etmeye çalışır.

Hissettiğiniz her şey – o hızlanan kalp atışı, o adrenalin patlaması – binlerce yıllık bir evrimin sonucunda ortaya çıkmış, son derece ilkel ve güçlü bir hayatta kalma mekanizmasının bir parçasıdır. Bu mekanizma, atalarımızı bir tehlikeyle karşılaştıklarında (örneğin bir yırtıcı hayvan), onlara savaşmaları veya kaçmaları için gereken enerjiyi vermek üzere tasarlanmıştır. Kalp daha hızlı kan pompalar, kaslara daha çok oksijen gider, duyular keskinleşir. Bu, bedenin "Tehlike var, hazır ol!" deme şeklidir.

Sorun şu ki, bu ilkel sistemimiz, ormandaki bir yırtıcı ile sınav kitapçığındaki bir matematik problemi arasındaki farkı bilmez. O sadece "yüksek önem" ve "başarısızlık riski" sinyallerini algılar ve aynı alarmı çalıştırır. Yani o hissettiğiniz fiziksel belirtiler, bir zayıflık veya bir anormallik işareti değildir. Aksine, vücudunuzun biyolojik olarak görevini mükemmel bir şekilde yaptığının kanıtıdır. Size "Bu sınav senin için önemli, bu yüzden sana enerji veriyorum!" demektedir.

Asıl problem, bu alarm çaldıktan sonra bizim kendimize ne söylediğimizde başlar.

Budist öğretilerde "İkinci Ok" adı verilen bir kavram vardır. İlk ok, hayatın bize attığı, kaçınılmaz olan şeydir. Bu durumda, vücudumuzun verdiği o fizyolojik tepkidir. Onu kontrol edemeyiz. İkinci ok ise, ilk okun yaraladığı yere bizim kendi kendimize attığımız oktur: Yargılarımız, paniğimiz, korkularımız."

Eyvah, kalbim çok hızlı atıyor! Sakin olmalıyım! Neden sakin olamıyorum? Panikliyorum galiba, bu gidişle sınavım mahvolacak!" İşte bu cümleler, o ikinci oktur. Asıl acıyı ve hasarı yaratan da budur. İlk tepki sadece bir enerji patlamasıyken, bizim ona verdiğimiz bu ikinci tepki, onu "sınav kaygısı" dediğimiz o yıkıcı güce dönüştürür.Bu ikinci oku atmamayı seçebilir miyiz? Evet.

Bunu yapmanın yolu, o ilk tepkiyle savaşmak yerine, onu sadece gözlemlemektir. Yargılamadan, değiştirmeye çalışmadan. "Evet, kalbim hızlı atıyor. Ellerim biraz serinledi. Bu, bedenimin sınava önem verdiğimi anladığını gösteren bir tepki. Hepsi bu." Bu basit kabul anı, paniğin yakıtını keser.

Ardından, zihniniz gelecekteki felaket senaryolarına doğru koşmaya başladığında, onu nazikçe şimdiki ana geri çekmektir. Bunu yapmanın en kolay yolu, nefesinizi bir çapa gibi kullanmaktır. Nefes alıp vermenin yarattığı o basit, fiziksel hisse odaklanmak, zihninizi geleceğin korkularından koparıp, şu anın güvenli gerçeğine demirler.

Unutmayın, amaç o hisleri tamamen yok etmek değildir. Bu mümkün olmayabilir. Amaç, o hisler ortaya çıktığında onlara esir olmamayı öğrenmektir. Onların sadece bir enerji olduğunu, bir alarm sesi olduğunu ve kontrolün sizde olduğunu bilmektir.

O gün, o sırada, vücudunuz size ihanet etmiyor. Size sadece yardım etmeye çalışıyor. Onun dilini anladığınızda ve kendi kendinize attığınız ikinci oku fırlatmadığınızda, o kaotik enerji, odaklanmış bir başarı gücüne dönüşebilir.

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.